70’lerin sonları..

Issız bir otoyoldasın, her iki yanın uçsuz bucaksız bir karanlık, sadece ellerine vuran gösterge ışığı ve altındaki amerikan mühendisliğinin gümbür gümbür motor sesi. Nereye gittiğini ya da nasıl gittiğini bilmiyorsun, sadece gidiyorsun. Gaza bastıkça gelen yakıt kokusunun, tütün sinmiş deri ceketinin kokusuyla karışımı seni keyiflendiriyor. Tam o sırada TRT frekansına ayarlı olan radyodan son zamanlarda Türkiye’de ünü artmış John Denver‘ın Take Me Home, Country Roads şarkısı çalıyor.
Gece soğumaya başladıkça o keyifli kokuyu tetikleyen rüzgara sebep camı kapatmaya, camın mekanik kolunu çevirdikçe sol bileğindeki çelik saatin ağırlığını hissetmeye başlıyorsun. Çevirme koluna attırdığın her turda bileğinde dans eden o saat, sana vakit dışında yorulmaya başladığını da söylüyor. Artık o eşik aşılmış, göz kapakların ağırlaşmış ve yorgunluğunu atacak samimi bir yer arıyorsun. Samimi dediysem, ruhunu yansıtan bir otomobil, bir deri ceket ve bu ruhu tamamlayan kolundaki o saat.. Bunlara sahipken alalade bir yerde kalamazsın değil mi? O ruha darbe vuracak bir yer değil, ruhun o gece korunabileceği bir yer.
Nihayet siyahlar içinden bir renk, o 5 harf:

Arabadan inmiş, gecenin ayazı yüzüne vururken yolda geçen son 3 saatin nasıl geçtiğini hatırlamıyorsun. Resepsiyona varınca odanın anahtarını alırken gerçek olanın yol ve tutkularının olduğunu bilerek gece karşılaştığın tek kişiye hoşça kal demeden veda ediyorsun.

Odadaki abajurun sıcak ışığı uykunun beyaz oyun taşlarına şah çekerken, geceye eşlik eden 36 milimetrelik kol saatine son bir göz atma ihtiyacı duyuyorsun.
Saat gece 3’e yaklaşırken rotor sesini duyduğun otomatik saate, yoldaşına veda etme vaktin geliyor.

Komidine üstüne koyulan Tissot’un 42 saat daha yattığı yerde çalışamaya devam edeceğini bilmenin verdiği rahatlık ile uykuya dalma vaktin geldi.